• The Thin Blue Line
    Yazan ve Yöneten: Errol Morris
    Yapım: Amerika (1988)
    Neden İzlenmeli: Bir film insanın hayatını değiştirebilir.

    Sanat, insan hayatına ne kadar etki eder ? Her zaman sorulan bir soru olmuştur. Şimdiye kadar bir filmin dünyayı değiştirdiğine pek tanık olamadık. Bireysel anlamda ise bazı filmler bazı insanların hayatlarını iyi ya da kötü şekilde etkiler. Gerçek anlamda ise bir insanın hayatını etkileyen bir film The Thin Blue Line. Errol Morris, sanıkları elektrikli sandalyeye gönderen ‘’Bay Ölüm’’ olarak bilinen ünlü psikiyatrist üzerine bir film için araştırma yaparken 12 yıldır hapis yatan Randall Adams ile tanışır. Morris, Adams’ın haksız yere mahkum olduğuna inanır ve bunun üzerine bir film yapar.

    Robert Wood adlı polis memuru, Dallas’da otoyolda arabasını yol kenarına çektiği sürücü tarafından vurularak öldürülür. Polis memurunun ortağı kaçan arabayı görür, ancak arabanın David Harris tarafından kaçırıldığını aylar sonra öğrenilir. 16 yaşındaki David Harris arabada olduğunu kabul eder ama katilin o gün takıldığı adam olan Randall Adams olduğunu söyler.


    Gösterildiği dönemde büyük ilgi toplayan, belgesel film yapısına yenilik katan bu film anlatı yapısında büyük değişiklikler taşıyor. Film içinde zamanla oynayarak, aralara çok sayıda ayrıntı sokarak, cinayetin canlandırılmasını güçlü bir model içinde geliştirerek ve Randall Adams’a sempati duymamızı sağlayarak yönetmen bizi yalnızca bir suç davasına götürmez, aynı zamanda gerçeği araştırmanın ne kadar zor olduğunu gösterir.


    Filmin başında Dallas kentini, Randall Adams’ı ve David Harris’i tanırız. İkisi de cezaevindedir.  Onların orada olmasına sebep olan nedir ? Buluştuklarını gün boyu içki ve mariuhana içtiklerini ve arabalı sinemaya gittiklerini söylerler. Cinayetin canlandırılmasını izleriz. Canlandırmada yüzler gözükmez. Aksiyon ve ortamın ayrıntıları önemlidir. Adams’ın tutuklanmasıyla beraber geçmişe döner, David Harris’in katil olarak onun ismini verdiğini öğreniriz.Filmin devamında, arabanın markasının gerçekte ne olduğu ortaya çıkar. Errol Morris burada açık bir şekilde polis departmanının soruşturmayı düzgün bir şekilde ilerletemediğini anlatır. Randall Adams’ın mahkemedekilerle yüzleşmesi, sürpriz tanıkların ortaya çıkması(bu tanıkların para için orada oldukları) Adams’ın idama götürülmesini izleriz. Filmin son büyük bölümü David Harris’in suç kariyerine odaklanır. Böylece David Harris’in neden cezaevinde olduğunu anlarız.

    Filmin biçimsel ve stilistik nitelikleri olay örgüsünü karmaşıklaştırır. Film, suç ve adaletsizliğin apaçık bir öyküsüdür. İzleyiciden çok şey talep eder. Morris suçla ilgili bilgi vermek için insanlarla doğrudan kameraya yapılan röportajları, gazete haberlerini, arşiv fotoğraflarını ve diğer belgeleri kullanır. Bununla birlikte diğer belgesel gelenekleri yoktur. Durumu açıklayan dış-ses anlatıcı kullanılmaz ve konuşanları tanıtan ya da tarihleri sağlayan yazılar bulunmaz. Yeniden canlandırmalarda ‘’Canlandırma’’ yazısı kullanılmaz. Gördüklerimizi ve duyduklarımızı yardım almaksızın değerlendirmeye zorlanırız.

    Randall Adams’ın haksız yere hapsedilmesinin öyküsü birkaç insanın yaşamının kesişmesi olarak sunulur. 
    Filmin gerçekliği bu davada yeni bir araştırmayı başlatmaya yetecek kadar zorlayıcıydı ve Adams 1989’da özgürlüğüne kavuştu.





  • Klass (Sınıf)
    Yönetmen: Ilmar Raag
    Senaryo: Ilman Raag
    Oyuncular: Vallo Kirs, Pärt Uusberg, Lauri Pedaja
    Yapım: Estonya (2007)
    Neden izlenmeli: Eğitim şart.

    Joosep, arkadaşları tarafından pek sevilen birisi değildir.  Sınıfında hep dışlanmakta ve tartaklanmaktadır. Kaspar, Joosep’e karşı olan bu arkadaş grubu içerisinde olmasına karşın taraf değiştirerek Joosep’in yanında olmaya başlar. Bu aşamadan sonra bu iki arkadaş, sınıftaki çocuklara karşı savaş vermeye başlar.

    Haneke filmlerinden tanık olduğumuz ‘’seyirciyi rahatsız eden’’ filmler kategorisinden bir film Klass.  Gerçek hikayelerden uyarlanan film, başından itibaren sonunu sizi belli ediyor ve bu sona nasıl sürükleneceğini yönetmen, tercih ettiği yakın plan çekimleriyle, sert ve boğucu arka planıyla gösteriyor. Mekan olarak genelde ev ve okul arasında sıkışmış iki karakter görüyoruz. Joosep içine kapanık, tepkisiz, kendisine yapılan şiddete karşı koymayan karakterde olmasına karşın, babası tam tersine, evinde asker kıyafetleri giyen, silahlarla vakit geçiren militarist bir karakterdir. Kaspar ise babaannesiyle birlikte yaşamaktadır. Sınıftaki çocuklar bir olaydan sonra Joosep’i ispiyoncu olduğunu düşünür ve her sabah okulda onu döverek özür diletirler. Kaspar bir kaç denemesinde Joosep’in dayaktan kurtulmasını başarsada tamamen kurtaramaz. Sonunda Kaspar ve Joosep’e yapılan olay, kaçınılmaz sonu getirir.

    Eğitim, dünyanın en büyük sorunudur. İnsanların ergenlik döneminde yaşadığı lise yılları karakter gelişimi açısından önemlidir. Bu bağlamda Joosep’in marka kültürüne karşı kişiliğin önemini anlattığı sahne önemlidir. Lise yıllarınızı hatırlayın sınıfta yapılan yanlış bir şey olduğunda herkes sessiz kalırdı. Doğruyu söyleyen bir kişi olursa o dışlanırdı. Bu durum toplumların,güç kimde ise ondan yana olma, bildiği gerçek karşısında susma, tepki vermeme, tepki vereni ise dışlama olayını lise yıllarından öğrenmeye başladığını gösteriyor. Yönetmen, bu sistem içerisinde ezilenin ve ezilenden yana olanın bir şekilde kendi adaletini sağlayacağını, yüzümüze sert bir gerçeklikle çarpıyor.










  • Gri renkli modern dünya.

    Andreas, otobüsle bir şehire geliyor. Nereden geldiği ve nerede olduğu belli değil.  Bu şehire geldiği ilk gün ev sahibi oluyor ve bir muhasebeci olarak işe alındığı söyleniyor. Ardından sevgilisi ve yeni arkadaşlar etrafında yaşamı şekilleniyor. Andreas, yaşadığı yerde sorunların olduğunu farkediyor ve kaçış yolunu aramaya başlıyor.
    Jens Lien yönetmenliğinde çekilen bu Norveç yapımlı film, gösterildiği dönemde Cannes Film Festivalinden ödülle ve bol övgülerle dönmüştür.  İntihar oranlarının yüksek olduğu bu İskandinav ülkelerinde genelde travmalar yaşayan karakterler yoğun bir şekilde filmlerde işlenmekte. Sorun yaratan adam, bir yanıyla distopik bir evren içinde gelişmekte olsada, Modern dünyanın insanın yaşamak için temel aldığı olguları anlatıyor.
    Film, otomatikleşmiş ve yapay bir öpüşme sahnesi ile başlıyor. Her hangi bir duygunun belirmediği bu  başlangıç sahnesi filmin devamı için kafamızda bir çok durumu ortaya çıkarıyor ve yönetmenin filmi ikiye bölmek gibi bir tercih yaptığını filmin ilerleyen sahnelerinde fark ediyoruz. Andreas, yeni doğan bir bebek gibi getirildiği evrende yaşamaya devam ederken, bir yandan da yaşamı algılamaya ve sorular sormaya başlıyor. İçtiği biranın hiç bir etkisi olmuyor. Sarhoş olamıyor. Yemeklerinin hepsinden aynı tat geliyor. İlgi duyduğu kadınlarla yaşadığı ilişkide duygu yok. Parmağını kesiyor ama hiç bir şey olmamış gibi bir anda yenisi çıkıyor. Bu dünyada günlerce trenin altında ezilip, pestilin çıksa bile ölmek diye bir şey yok. Bulduğu kaçış yolunda duyduğu müzik, aldığı koku ve yönetmenin filmin içinde hiç fark ettirmediği çocuk özlemi ortaya çıkıyor. Andreas, çıkardığı sorunlar karşısında yerine bir başkası konuluyor. Andreas ise bulduğu kaçış yolunda devam ediyor. Sonunda sistem tarafından yakalanıyor. Ve ona söylenen söz filmin mottosunu ortaya çıkarıyor. ‘’Burada herkes mutlu Andreas.’’
    Modern dünyanın içinde debelenen insanın mutlu olması için sistemin veya insanların geliştirdiği yöntem, bir eve, bir eşe ve bir kadına sahip olmaktır. Bu dünyada acı çekmek, romantizm, ağlamak yasaktır. Kısacası hissetiğini yaşarsan öteki olur, dışta kalırsın. Mutlu olmak sana verilenlerle değil, senin isteklerinle olursa, çok kötü bir yerde bile hayata yeniden başlayabilirsin.

    Den Brysomme mannen ( Sorun Yaratan Adam )
    Yönetmen: Jens Lien
    Senaryo: Per Schreiner
    Oyuncular: Trond Fausa, Petronella Barker, Per Schaanning
    Yapım: Norveç
    Neden izlenmeli:  Mutlu sorunlar yaratmak için.


  • pleasantville ( yaşamın renkleri )
    yazan ve yöneten: gary ross
    yapım: 1998



    artık korkmaya başladım. böyle filmler izledikçe artık anlatacak ne kaldı ki diye düşünüyorum. bu film benim aklıma gelseydide ben çekebilseydim keşke. o kadar güzel bir hikaye ki filmin hiç bitmemesini istedim. sanırım anlatılacak bütün hikayeler sinemada anlatıldı. ve bize kalan sadece izlemek.

    şöyle bir şey düşünün. her gün izlediğiniz o çok sevdiğiniz dizi başlamadan önce kumanda bozuluyor. ve bir anda kapınıza tv tamircisi geliyor. size farklı bir kumanda veriyor. bu kumanda sayesinde bir anda kendinizi o çok sevdiğiniz dizinin içinde buluyorsunuz. bud ve kardeşi jennifer bu dizinin içinde yani bu yapay dünyada bir şeyleri değiştirmeye çalıştıkça bu yapay dünyalarındaki bir çok şey değişiyor. sosyolojik açıdan baktığımızda eleştirileri olan bir film. sonu beni fazla tatmin etmedi. keyifle izleyeceğiniz ve hiç bitmesini istemeyeceğiniz bir film.



  • god bless america
    yönetmen: bobcat goldthwait
    yapım: 2011

    karısından ayrı yaşıyan frank birde saçma sapan sebeplerden dolayı işten çıkarılınca bunalıma girer. sevmediği insanlardan ve toplumun dejenere ettiği insanlardan kurtulmanın bir yolunu bulur ve bunu yapmak için yola koyulur.

    god bless america. dejenere olmuş amerikan toplumunu çok iyi anlatmakla beraber, bence en önemlisi tvnin insanlar üzerindeki etksini ortaya koyuyor. bu duruma şiddetle yanıt vererek çok sert bir cevap vermiş bulunuyor. filmi izledikten sonra kendinize bir kara liste yapabilirsiniz. dikkat edin.! :)


  • noviembre (kasım)
    yönetmen: achero manas
    yapım: 2003

    ''dünyayı değiştirmek istemiştik ama perişanca yenildik. şimdiyse değişmemek için ben dünyaya direniyorum''

    2003 yapımı ispanyol filmi noviembre oyuncu olma hayaliyle madride gelen alfredonun hikayesini anlatıyor. alfrede oyunculuk seçmelerini kazanıp konservatuara giriyor. konservatuarda hocanın tekdüze olan derslerinden sıkılıp konservatuardan ayrılıyor ve bir kaç arkadaşıyla beraber en büyük hayalinin peşinde koşuyor.

    öncelikle şunu söylemem gerekiyor. her oyuncunun ve oyuncu adayının izlemesi gereken bir film. sanatın gerçek halini karşılıksız halini anlatıyor. sizde dünyayı değiştirmek istiyorsanız filmi izleyin. henüz geç kalmış değiliz. vaktimiz var

    ''sanat içinde geleceği barındıran bir silahtır''



  • blindness (körlük)
    yönetmen: fernando meirelles
    yapım: 2008


    trafiğin ortası. bir araba bekliyor. korna sesleri. adam arabayı süremiyor. kör olmuştur artık. garip olan bembeyaz görür heryeri. doktora gider. doktar böyle bir durum karşısında şaşırır. evine geldiğinde olayı araştırır. sabah kalktığında hiç beklemediği bir şey başına gelir. tüm dünyada salgın başlamıştır. ama tek bir kişi için değil.


    insanı anlatan iyi filmlerden birisi daha. insanın görme yetisi elinden alınırsa neler yapabilir ve yapamaz? nelere maruz kalabilir? tekrar düzeni kurabilir mi ?




  • the science of sleep ( rüya bilmecesi )
    yönetmen: michael gondry
    yapım: 2006


    bir rüya filmi daha. diğer rüya filmlerinden daha farklı bir hikayesi olduğu kesin. rüya ilgili filmlerde genelde rüya ve gerçeklik karıştırılır. bu filmde ise rüya ile gerçeklik tamamen içiçe geçmiş bir şekilde anlatılıyor. kullanılan detaylar hikayeyi çok zenginleştirmiş. özellikle iki başrol oyuncusu tam bir çizgide oynayarak film boyunca samimiyetlerini size çok iyi aktarıyorlar. tabi bunda yönetmeninde kullandığı açıları söylemek gerekir.


    stephan sürekli rüya görme halinde olan gerçek yaşamında bir takvim yayıncılık şirketinde sıkıcı bir işi olan adamdır. rüyalarında stephan tv denilen kanalda sunuculuk yapıp rüyalar hakkında bilgi vermektedir. karşı komşusu olan stephanie ile tanışır. çok eğlenceli ve karmaşık bir film sizi bekliyor.


  • the air i breathe
    yönetmen: jieho lee
    yapım: 2007



    hayatın duygusal olarak dört temel öğesi vardır. mutluluk,zevk, aşk ve keder.

    film bu çin atasözüne bağlı olarak yaşananları anlatıyor. yine kesişen hayatlar,farklı hikayeler. daha öncede blogda paylaştığım crash ve ameros perros niteliğinde bir film olmasada onlara yaklaşabilen ender filmlerden biri.